Biz çok zengin bir tarihi birikime sahip kadim bir milletiz. Çok engin bir tecrübeye sahip bir milletiz. Bu tecrübelerimiz içerisinde çok iftihar edeceğimiz vakalar olduğu gibi, çok büyük gaflet ve ihanet örnekleri ve çok ibretâmiz hayatlara rastlarız. Rastlarız rastlamasına da, bunlardan yeterince ibret aldığımız söylenemez. Bu nedenle yaklaşık dört asırdır bir inkırazın bir yıkılışın kulvarında akıp gitmekteyiz.
“Turan ellerinden haber gelmiyor,
Yarabbi derdimi kimse bilmiyor,
Dört asırdır Türk'ün yüzü gülmüyor,
Akşam olur sabah olur ağlarım.
Nerde benim Ural-Altay dağlarım?”[1] diye, geçmişe bakarak halimize ağıtlar yakmış ozanlarımız.
“Tarihi kronolojik bilgi yığını olarak değil, dinamik tahlil metoduyla dersler çıkartacağımız ibret vakaları olarak okumalı değil miyiz?
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? “[2]
Tarih bir milletin hafızasıdır. Bizim hafızamız çok zengin… Bunlardan “ibret” almaya mecbur ve mahkûmuz…
Neden mecbur ve mahkûmuz?
Dünya üzerinde 33 ülkede 77 şehitliği olan bir başka millet yok da ondan…
Üzerinde yaşadığımız toprağı dahi bize çok gören, iç ve dış düşmanlarımızın hain tuzaklarını fark etmek ve bunun tedbirlerini almak için tecrübenin ışığına muhtacız.
Ziya Gökalp, Yahya Kemal’in Osmanlı Tarih ve Kültürüne düşkünlüğünü ima eden:
“Harâbîsin , harabâtî değilsin,
Gözün mâzidedir, âti değilsin”
Sataşmasına Yahya Kemal aynı gaydadan cevap verir;
“Ne harâbîyim, ne harâbâtîyım,
Kökü mâzîde olan âtîyim…”
Geleceğe uzanmak isteyenler, mâziye kök salmak durumundadırlar…
Mâziyi sırf geleceğimiz için bileceğiz. Geleceğimizi kurarken hafızamız zinde olacak ve tarihin olaylarından ibret alacağız.”[3]
Kemal Tahir bakınız ne diyor?
“1908 de İttihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk tam dört milyon üç yüz seksen üç bin kilometre kare toprağa sahipti.”
“Bosna Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarp, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu. Sayıldığı için de nüfusumuz kırk üç milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerinde malımız olan yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et dört yüz yıllık hilafetin bütün dünya İslamları üzerindeki manevi haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras Osmanlının sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya… Karşımızda yirmi iki devlet… Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan anlaşmasının bütün oturumları ne kadar sürmüştür?
“Beş buçuk ay… Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki çeşitli anlaşmaları, bunlardaki incelikleri getir gözünün önüne… Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırka yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul Hükumeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara… Bu iyiliğimize karşı İngiliz Generali Harrington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek dört milyon üç yüz seksen küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlarından bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir Dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bu günkü mahkeme usullerimiz göz önüne getirilirse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz. “
“Siz Cumhuriyet çocukları, “Gözümüzü zaferle açtık” avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak durumundayız. Bunu gerçekten yapmadıkça, Batıya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan defleyemeyiz!.. “[4]
Hâsılı zor bir coğrafyadayız… Zor bir devirdeyiz. Uyanık ve ülke olarak güçlü olmak durumundayız. Geçmişte yaşanılan hataları tekrarlamamak için tarihe ibret gözüyle bakmak zorundayız.